İçeriğe geç

Roberto Ciulli’nin “Küçük Prens”lerinde Gerçeğin Mayasını Aramak

Didem Uşdu Başaran’ın TEB Oyun Dergisi Yaz 2014 sayısında yayımlanan yazısı.

Roberto Ciulli’nin “Küçük Prens”lerinde Gerçeğin Mayasını Aramak

Nihat İleri ve Lâçin Ceylan tarafından kurulan Bitiyatro, 2013 yılından beri sahnelemekte oldukları ve büyük ilgi topladıkları, Saint Exupéry’in dünyaca ünlü eseri “Küçük Prens” ile 31 Ocak- 2 Şubat tarihleri arasında Almanya’nın Mülheim şehrinde tiyatroseverlerle buluştu.

“Küçük Prens Hafta Sonu” buluşmasına, Theatre an der Ruhr ev sahipliği yaptı. Tiyatro izleyicileri, yönetmen Roberto Ciulli’nin on üç yıl önce evrensel bir metinden, yazarından ve eserlerinden esinlenerek ilk defa Mülheim’da Theatre an der Ruhr’da “Küçük Prens” ile çıktığı bu yolculuğa, sonrasında Madrid’de Teatro de La Abadia’da, ardından da İstanbul’da Bitiyatro’da devam eden serüvenine tanıklık ettiler. Bu buluşma bir anlamda, Cuilli’nin Küçük Prens ile çıktığı yolculuğun, farklı coğrafyalarda ve kültürlerde tanıştığı oyuncularla ve onların esere kattıkları anlamlarla, yaratılan metnin yeniden üretilmesiyle ve büyümesiyle hayat bulup başladığı noktaya geri dönüşü, metaforik anlamda bir döngünün tamamlanışı, başlayan bir yolculuğun son buluşudur. Bu açıdan bakıldığında, Nihat İleri ve Lâçin Ceylan’ın Küçük Prens’inin festivalin ilk oyunu olarak izleyici karşısına çıkması tesadüf olmadığı gibi belirgin bir seçimin de göstergesidir.

Tiyatro izleyicilerinin birçoğu, belirli bir eserin farklı yönetmenler tarafından farklı okuma ve yorumlama biçimleriyle sahneye konmasına ve kendilerinin bu tarz deneyimlerin bir parçası olmalarına aşinadırlar.  Oysa bu festivalde, sadece tiyatro severler değil aynı zamanda farklı ülkelerin oyuncuları da farklı deneyimler yaşadılar. Tiyatroseverlerin; aynı yönetmenin üç farklı ülkede sahneye koymuş olduğu birçok bakımdan birbirlerinden farklı ama bir o kadar da aynı olan “Küçük Prens”lerini, her bir temsilde ilk defa izliyormuşçasına merak ve ilgiyle takip etmeleri ve bundan farklı bir tat almaları oldukça önemliydi. Oyuncuların ise, aynı rolleri paylaştıkları meslektaşlarının performanslarını ve sahneye konulan her bir oyunu, uzak bir açıdan izleyerek, kurdukları oyunun evrenine dışardan bakabilme şansını yakalamaları oldukça kıymetli bir deneyimdi.

Özgün metinden farklı olarak, her üç oyunda da sahnede pek de küçük sayılamayacak hatta hayatının son demlerini yaşayan, yaşadığı hayal kırıklıkları yüzünden yaşamdan pek de beklentisi kalmamış, içkiyle sıkı fıkı dostluk kurmuş, aşkı ve yaşama sevincini kaybetmiş bir Küçük Prens vardı. Karşısında ise; ondan daha genç, yaşamın sürprizlerine ve deneyimlerine açık, oyunbaz, dinamik bir karakter olarak adlandırabileceğimiz kadın bir Pilot vardı. Pilot karakterinin bahsedilen sıfatlarla kişileştirilmiş olması, onun kral, iş adamı, tilki, gül, yılan gibi farklı rollere bürünmesine, değişimine, oyundan oyuna geçişine rahatlıkla izin verdi. Bu nedenle de oyun; erk mücadelesi, kadın erkek ilişkisi, yaşlılık, ölüm, hayal kırıklığı, yalnızlık, yaşanmışlık, yüzleşme gibi birçok temayı, bir diğerinin önüne geçmeksizin sahnelenmesini mümkün kıldı.

Bitiyatro’nun “Küçük Prens”i

Festivalin ilk oyunu olarak izleyici karşına çıkan Bitiyatro’nun Küçük Prens’ini diğer Küçük Prenslerden farklı kılan belki de en belirgin yanı; kadın erkek ilişkisini irdelerken, Lâçin Ceylan’ın (Pilot) sergilemiş olduğu âşık kadın ruhunu ve bu tutkulu ruhun Küçük Prens’i (Nihat İleri) bırakmak istemeyişini oldukça etkileyici ve başarılı şekilde izleyiciye geçirmesiydi. Bitiyatro’nun Pilot karakteri; Gül karakterine büründüğünde, tutku, coşku, aşk ve cinsellik gibi kadınlara atfedilen bir takım kodlanmış kadınsı jest ve mimikleri, diğer Gül karakterlerine nazaran, daha belirgin olarak sahnelemekle kalmadı; aynı zamanda diğer oyunların aksesuarlarından farklı olarak parfüm şişesini ve saç fırçasını oyuna katarak kadınsılığın altını çizdi.  Bir diğer fark ise; kadın ve erkeğe verilen roller çerçevesinde Pilot-Prens ilişkinin dinamiği kurulurken, kadına göre daha görmüş geçirmiş olan erkeğin deneyimlerinin, kadın karakter üzerinde baskı yaratmaması, oyun içindeki  “oyun” larda güç ilişkisinin daha dengeli olarak sahnelenmesiydi.  Diğer dikkat çekici nokta ise, Bitiyatro’nun Küçük Prens’inin (Nihat İleri) diğer Prens karakterlerine nazaran, kendisine verilen rolü daha romantik bir duruş ile sahnelemesiydi. Özellikle, kaçınılmaz olan ölümü karşılama sahnesinde, Küçük Prens’in bahsedilen romantik duruşu, ettiği dans ile bir kez daha pekiştirmesiydi.

ispanyol1.1

Teatro de La Abadia’nın “Küçük Prens”i

Teatro de La Abadia’nın Küçük Prens’ini diğer Küçük Prenslerden ayıran en önemli farklılık; her geçen gün ölüme bir adım daha yaklaşan Küçük Prens (José Luis Gomez)  karakterindeki yaşanmışlık temasının, Pilot karakteri (Inma Nieto ) üzerinde daha baskın olarak hissedilir oluşuydu. Bu durum; Pilot karakterinin Küçük Prens’e hayranlıkla dolu bir aşk sahnelemesine olanak verdiği gibi, aynı zamanda kadın erkek ilişkisi içindeki güç dengesinde de bir takım değişikliklere de neden oldu. Bunun en belirgin örneği; oyunbaz kişiliği ile sahnelenen Pilot karakteri kadar Küçük Prens karakterinin de oyun kurmakta benzer görevler almasıydı. Hatta bu durum, Küçük Prens’in, kurduğu bir oyunda, işin içine izleyiciyi de katarak bir süreliğine oyunu interaktif hale getirmesini de sağladı. Dikkat çekici diğer bir nokta ise; Pilot karakterinin, “Gül” karakterine dönüştüğü sahnede kullanılan kırmızı şapkaydı. Bu şapka tarzı ve tasarımı itibarıyla, BiTiyato’nun Gül karakterinde aksesuar olarak kullandığı kadınsılığı ve cinselliği çağrıştıran kırmızı şapka ile karşılaştırıldığında, daha erkeksi özellikler taşımaktaydı. Aynı şekilde, tütü olarak adlandırılan kostüm de Gül karakteri üzerinde daha çocuksu bir etki bırakmaktaydı. Sonuç olarak, Teatro de La Abadia’nın Küçük Prens’indeki aşk teması,  tutkudan ve cinsellikten daha uzak, buna karşın daha naif, hayranlık dolu, bir kız çocuğunun baba ile kurduğu aşk ilişkisine daha yakındı.

ispanyol2.1ispanyol3.1

 

 

 

 

Theater an der Ruhr’un “Küçük Prens”i

Roberto Ciulli’nin ilk olarak, Theater an der Ruhr’da hem yönetmenliğini yaptığı hem de Maria Neumann ile oyunculuğunu paylaştığı Küçük Prens’i, festivalin son oyunu olarak izleyici karşısına çıktığında, mizansen olarak diğer Küçük Prenslerle benzerlik göstermesine rağmen, belirli bir fark da taşımaktaydı. Öncelikle, Roberto Ciulli’nin yarattığı ve sahnelediği Küçük Prens’in,  soytarı geleneğini sahneye taşımasıydı. Oyuncunun yüzü, diğer Küçük Prenslere göre daha belirgin olarak beyaza boyanmıştı ve diğer Küçük Prenslerden farklı olarak, burnu büyük ve kıpkırmızı yuvarlak şeklinde çizilmişti. Sadece fiziksel görüntüsü ile değil aynı zamanda kurmuş olduğu oyun (izleyiciye dönük oynayışı ve izleyiciyi oyunun bir parçası haline getirişi) ve onu sahneleme tarzıyla da soytarıya özgü karakteristik özelliklerini izleyicinin dikkatine sunmasıydı. Theater an der Ruhr’un sahnelediği Küçük Prens, hangi açılardan soytarı geleneği özelliği taşımaktaydı?

Eski Yunan ve Roma mimusundan, Ortaçağ şenliklerine uzanan tarihe bakıldığında, karnaval ve soytarı kavramlarının bir arada kullanıldığı görülmektedir. Karnaval olarak adlandırılan şenliklerde, günlük yaşamın düzeni bozulur, hiyerarşik düzen yerle bir edilir, sınıfsal roller bir yana itilir, yasalar ve toplum kuralları bir süreliğine hiçe sayılır, ulvi kabul edilen kavramlar tepetaklak edilirken dünyevi zevkler kutsanır, ciddiyetin ve hayatın ağırlığı kahkahaya bırakılarak adeta yaşamın bir parodisi yapılırdı. Karnaval, seyirlik bir gösteriden ziyade herkesin kostümlerini giydiği, maskelerini taktığı, rollerini oynadığı, oyun yeri ile seyir yeri arasındaki sınırın ortadan kalktığı bir gösteriydi. Pek çok teatral unsuru bünyesinde barındırmasına rağmen, Bakhtin’in de belirttiği gibi, karnavalı tiyatro türü olmaktan çıkaran şey, onun sanat ile hayat arasındaki sınıra ait oluşuydu. Herkes gündelik yaşantılarının dışında bir rol üstlendiğinden, karnavalın parçası kişiler, hem izlenen hem de izleyen aktif katılımcılardı. Karnaval bu anlamda katılan herkesin birer soytarı olmasına olanak verirken, aynı zamanda, sıradan kişilerin karnaval esnasında soytarı kılığına bürünerek ve ona bahşedilen dokunulmazlık, sıra dışı özgürlük ve hicvetme gibi ayrıcalıklardan yararlanarak başka kimliklere de geçmelerini mümkün kılmaktaydı. Oyunlarını, gerçek hayatın içinde kurmaları, içinde bulunduğu her mekânı oyun alanına çevirmeleri ve çevresindekileri de oyunun içine çekerek oyunun bir parçası haline getirmeleri;  kurgu ile gerçeği, yaşam ile sanatı, seyirci ile oyuncu arasına konulan her türlü sınırı ortadan kaldırmaları ile soytarılar, Ortaçağ’da gerçek kişilerdi. Karnavalın bu soytarı oyuncuları, amatörlükten çıkıp zaman içerisinde bu işi meslek edinmişlerdi. Böylelikle, saray ve aristokrat çevrelerde yerlerini almaya başlamalarıyla beraber, gerçek kişiliklerinden sıyrılarak edebi kişiliklerine doğru bir yolda ilerlemeye başladılar. Sonuçta, bu da onları Shakespeare komedilerinin ve trajedilerinin vazgeçilmez karakterlerinden biri haline soktu.

Soytarılar, kralın sarayında ve soylular arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olmakla birlikte, sergilenen “oyunun” hem içinde hem de dışındaydılar. Olup biten kargaşa içinde gerçeği, en çıplak haliyle dile getiren ama ciddiye alınmayanlardı. Mina Urgan’ın da bahsettiği üzere, onlar “alaylarında ne kadar ileriye giderlerse gitsinler, sözleri iftira addedilip” cezalandırılmayanlardı. İnsanın varoluşsal uyumsuzluğunu, güçsüzlüğünü, zayıflığını, kusurlarını, ölümlü olmanın getirdiği trajik yazgısını, içinde yaşadığı dünyanın katı gerçeğini ve yaşamın saçmalıklarını, sivri dilleriyle karşısındakilerin yüzüne bir tokat gibi çarparken, onları aynı zamanda eğlendiren, güldüren kişilerdi. Keskin zekâları, yaratıcılıkları, dil kullanımındaki becerileri, söz oyunlarındaki ustalıkları, olayları çözmedeki ve insan ruhunun derinliklerine inebilmelerindeki yetenekleri ve felsefi duruşlarıyla, toplumsal düzenin boşluğunu sorgulayan bilge karakterlerdi. Bu bilgeliklerinin ve sorgulamalarının ağır yükünü aptallıklarla hafifletmeye çalışırlardı ki bu bilinçli bir aptallıktı ve bu durum onlara, çoğu zaman akıllı gibi görünen bir karakterden daha akıllı ya da aptal olan bir karakterden daha aptal olabilme lüksünü yaşatırdı. Bu yüzden de daha kaygısız, daha cüretkâr, daha umursamaz, daha dürüst ve daha hesapsızlardı.

Theater an der Ruhr’un sahnelediği Küçük Prens, soytarı geleneği bağlamında, bünyesinde birçok karnavalesk ve grotesk öğeleri barındır. Öncelikle; karnavalesk bir eserin, karnaval ruhu taşıyıp taşımadığına dair en belirgin özellik olan parodi, özgün metinde ve okuyucunun gözünde idealize edilen Küçük Prens’in uyandırdığı çağrışımların (masumiyet, umut, yaşam, beklenti vs.) ters yüz edilerek sahnelenmesiyle sağlanmıştır. İzleyici karşısında olan Küçük Prens, yaşını almış, masumiyetini kaybetmiş, yaşamdan fazla bir beklentisi kalmamış, ölüme her geçen gün bir adım daha yaklaşmış, toplumun ve otoritenin ona yüklediği sorumlulukların dışında kalmış (aile kurma, toplumda belirli bir statü sahibi olma vs.) dünyevi zevkleri ( içki ile kurduğu yakın ilişki) kutsamış bir karakterdir.   Böylelikle,  yaratılan dünyanın baştan aşağıya kusurlu olduğunu ve kendisinin de bu kusurlardan payını aldığının gayet bilincindedir. Buradaki Prens, kendi kusurlarının, zayıflıklarının farkında olup, bunun parodisini yapan ve karnaval kahkahasını izleyiciye geçiren, kendi de buna gülebilen, grotesk bir karakterdir. Böylelikle, yaşamda ulvi, yüce ve kutsanmış olanın parodisini rahatlıkla yaparak, izleyicinin günlük hayatta baskısını fazlaca hissettiği değerlerin ağırlığından kurtulmasını sağlar.

Aynı şekilde Pilot karakteri de, özgün metindeki imgenin ter yüz edilmesiyle var olmuştur. Pilot karakteri, kral örneğinde olduğu gibi, otorite, mutlak sadakat, saygı, dokunulmazlık gibi çağrışımlar uyandıran ve kusursuz kişiler olarak kabul edilen karakterlerin parodisini yaparak, karnavalın vazgeçilmezi olan kahkahayı üretmekte; sağlam olduğu iddia edilen yapıyı sarsmakta ve yeniden bir yaratım sağlamaktadır. Bu yaratım bir anlamda, yaklaşan Küçük Prens’in ölümünü ertelemek üzere ortaya atılan oyunların ve geçişlerin devamına da hizmet etmektedir. Pilot karakteri, başta insan doğasının ölümlü oluşunu kabullenmek istememektedir. Ancak oyunun sonuna, Küçük Prens ile Pilot, karnaval atmosferin içinde, fişeklerin, sis bombalarının ve ışık oyunlarının gölgesinde, ölümü ciddiyetinden soyarak ve kutlanması gereken grotesk gerçekliğe dönüştürerek farklı bir kapanış ile izleyiciyi şaşırtmaktadır.

Her üç oyunda da kullanılan birbirinin aynısı olan basit, çoğul anlamlar üretebilme işlevine sahip olan dekor ve sahne aksesuarları, gösterinin konu bütünlüğüne uygun olarak tasarlanmışlardı. Dramatik aksiyona ve bunun yorumuna uygun atmosfer yaratmakta oldukça başarılı olan aksesuarların; her bir oyunda farklı oyuncuların elinde farklı oyunlar yaratabilmesi, seçilen nesnelerin hareket kabiliyeti yaratmaya oldukça uygun olduklarının da göstergesiydi. Birçok tiyatro severin de gözlemlediği üzere, bavul hem metaforik hem de işlevsel olmasından ötürü tiyatro sahnelerinin vazgeçilmez bir nesnesidir. Roberto Ciulli’nin özenle sahnelediği bu üç oyunun da başlangıcına, fiziksel görüntüsü ile yerleşen bavul imgesi; Küçük Prens’in bir yere “varışını”, yolculuğunu ve bunun Pilot ile son buluşunu simgelerken, oyun boyunca gündelik yaşantının bir parçası haline de getirilerek (yastık, tabure vs.) tanıdık, bildik bir nesne durumuna sokuluyor. Oyunun sonuna doğru yüklenen imgelerle  (kaybedilmiş çocukluk ve masumiyet, kaçınılmaz son, ayrılık, ölüm vs.)  birlikte hem izleyici hem de Pilot karakteri tarafından “tekinsiz”leştirilmeye başlanıyor ve belirsiz bir anlam aralığına hapsediliyor. Bu da bavulu,  Freud’un ortaya attığı “tekinsiz (Unheimlich) kavramına ve Almancada sözcüğün içerdiği karşıt iki anlam grubuna götürüyor. Sözcük;  hem “tanıdık, bildik, eve ait, yerli” anlamına, hem de “heimlich” sözcüğünün aldığı “-un” ön eki ile yasak, töredışı, yasadışı anlamına geliyor. Böylelikle, tanıdık olunan ve zihinde oluşmuş olan bir imge, baskılanma sonucu yabancılaşmış bir şey olarak imgeleyenin karşısına çıkıyor. Oyunda kavramın grotesk gerçeklik içinde kutsanmasıyla birlikte, bavul tüm negatif imgelemelerden kurtuluyor.

Özgün metinde Pilot karakterinin Sahra Çölü’ne zorunlu iniş ile sonuçlanan yolculuğunun ulaşım aracı olan uçak,  Roberto Cuilli’nin sahneye koyduğu Küçük Prens ’lerde yerini, çekici ve beklenti yaratan bir arzu nesnesi olan bisiklete bırakıyor. İnsanın yaşamdaki bireysel yolculuğunu, durağanlıktan kurtulup harekete geçmeyi, ilerlemeyi, çocukluğu, kralın tahtını  (Bitiyatro’nun “Küçük Prens” ‘inde kralın parodisi Pilot karakteri tarafından bisiklet üzerinde sahnelenmektedir) simgeliyor. Küçük Prens’in yaşadığı hayal kırıklıklarının Pilot karakteri tarafından onarılmaya çalışılması ise oyunda, bisikletin tamiri olarak yerini alıyor.

Sonuç olarak, Roberto Ciulli’nin sahnelediği Küçük Prensler’de izleyici, Küçük Prens’e mırıltılar halinde “hoşça kal” derken, genel geçer değerlerin dışına çıkıyor, sıradan olanın çok ötesine geçiyor ve gerçeğin “maya ”sına bir adım daha yaklaşıyor. Galiba “gerçek”, “Öteki”ni, bizden olmayanı yüreğimize alabildiğimiz kadar ortaya çıkıyor.

Didem Uşdu Başaran

Kategori:EleştiriHaberKüçük Prens